Bir zamanlar eski bir kral, solmuş ve çorak topraklarında atını sürerken, elinde siyah bir sancak tutan gizemli bir şövalyeyle karşılaştı; şövalyenin zırhında beyaz bir gül vardı, eski dünyanın sonunu ve yenisinin başlangıcını simgeleyen. Kral korkuyla titrerken şövalye yumuşak ama kararlı şekilde dedi ki: "Korkma, çünkü ben yok edici değilim, dönüştürücüyüm; eskiyi bırakmazsan yeniyi bulamazsın." Kral tahtını, tacını ve korkularını bıraktığında, eskisinden daha canlı ve bereketli bir krallık doğmaya başladı. Böylece kral, ölümün aslında son değil, derin bir dönüşüm ve yeniden doğuş olduğunu öğrendi.
Yaşlı bir adam, solmuş çiçeklerin ve dökülmüş yaprakların kapladığı bahçesinde, kurumuş dallara inatla tutunuyordu. Ölümün atı uzaktan yaklaşmış, dönüşümün zamanı geldiğini fısıldıyordu; ancak adam korkuyla her şeyi olduğu gibi tutmak için direniyordu. Güneş doğmak üzereydi ve ufukta yeni bir başlangıç onu bekliyordu ama adam, korkularından kurtulup yeniliğe teslim olmadıkça, bahçesi sonsuz bir sonbaharda kalmaya devam edecekti. Ters duran Ölüm kartı, işte bu yaşlı adam gibi, değişimden korkup eskiye sıkıca tutunduğumuzda hayatımızın akışını durdurduğumuzu söyler bize.