Gecenin sessizliğinde, iki sütunun arasında oturan gizemli bir rahibe vardı; biri siyah, biri beyaz olan bu sütunlar, karanlık ve aydınlık arasındaki dengeyi simgeliyordu. Kucağında sakladığı kadim bilgi kitabı, ancak kalp gözü açık olanlara kendini açardı. Ayaklarının dibindeki hilal, sezgilerinin ve bilinçaltının derin gücünü temsil ederken, arkasındaki ince perde ise bilinmeyen sırlar ve gizli gerçeklerle doluydu. Ona yaklaşanlar, iç seslerini dinleyerek, mantığın ötesindeki gerçeği keşfetme cesaretini göstermeliydi. İşte böylece, Yüksek Rahibe bize sessizlikteki bilgeliği, iç sezgilerimize güvenmeyi ve görünenden fazlasını anlamayı fısıldıyordu.
Ay ışığının aydınlattığı sessiz bir tapınakta, sırların muhafızı olan başrahibe, iç sesini bastırarak dış dünyanın gürültüsüne kapıldı ve kutsal parşömen yere süzüldü, gizli kelimeler dağılıp anlamsızlaştı. Perdenin ardındaki kutsal havuz bulanıklaştı ve sezgisel güçleri belirsizliğe gömülerek onu kendi hakikatinden uzaklaştırdı. Başrahibe içindeki bilgeliğe sırt çevirdiğinde, ruhunun derinliklerindeki rehberlik yok olup yerini huzursuzluk ve kafa karışıklığı aldı. Bu hikâye, The High Priestess kartının ters durduğunda bize sezgilerimizi ihmal ettiğimizi, içimizdeki sesi dinlemeyi reddettiğimizi ve böylece gerçeğin bizden uzaklaştığını anlatan derin bir uyarıdır.